KORAY AKBABA |
BİLGİ-DERSANESİ
|
|
|
|
|
|
|
1.SINIF
|
|
|
|
|
--HİKAYELER--
|
|
|
|
2.SINIF
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
3.SINIF
|
|
|
|
|
4.SINIF
|
|
|
|
|
|
5.SINIF
|
|
|
|
SORU BANKALARI
|
|
|
|
|
|
|
|
|
DİĞER
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Başını Vermeyen Şehit
(Ömer Seyfettin)
Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtu lan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber gö türüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden be ri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunla nn hepsi
Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgalla rından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dö nünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den al tı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyor du; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü..
Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palanka lardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipe re dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre diyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla… Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kal dırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerame tine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı:
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları. Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Ka dı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a bak tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval can lı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karan lık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu. … Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakitki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı ke merinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titreti yordu.
- Hey, çavuşbaşı… Hey!… Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kulede ki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, ba şında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor. Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi du ran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar… dedi: Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder. Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düş man alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle bera ber yüz on dört kişi… “Ama, yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfe ğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “ha ber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi. Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu. Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu es nada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürü yordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi: Deli Mehmet, Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığ mayacak yararlılıklarıyla masal kahramanlan gibi ina nılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her za ferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, muras sa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: “
- Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, ka rarımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çe kildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek iste yenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi… Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız…
- Hepimiz, hepimiz…
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
- Yatağanlanmız keskin…
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin… Kuru Kadı, “Ey alemlerin rabbi” diye ellerini kaldır dı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç kar şısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletli dir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsa tını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de ar kadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki de linin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu lar… bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar. Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süley man Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakı nız maksadım ne? Bugün cuma… hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüp hesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla…
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişe lim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âle mi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun…
- Pekâlâ! Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helal laştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükse len derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşa sının gürültüsü sanıyorlardı. Ansızın, uzaktaki
Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasın dan yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’in alayına dalmış kesiyor, kesiyor… inanılmaz bir çabuk lukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safı na karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzak tı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşar ken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fır ladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahla nan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuv vetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı ka dar bağınyor,
- Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Bâşını verme Mehmet!… Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar ya nıktı ki… Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye ol duğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gi bi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek iste diği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vü cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını al dı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıver di. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Her kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Ku ru Kadı’ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi? Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Ka dı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının;
- Gaziler hisara! Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kal dı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bı rakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup din lenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi bul du. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Bu taze mezarın başına çöktü.
Ezberden “Yasin” okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palan ka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okur ken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tu tuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı. Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyor du. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ru hu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir. Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyor du. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden ge çerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di ye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir
- Hüsrev.
- Efendim?… Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başı kabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sor madan,
- Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- “Gözlüye hotti gizli yoktur!” Küttedek kapıyı, kapadı. Yine
Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıy la o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık De li Mehmet’in yeşil nurdan mezan içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Ye mekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rastgeldi. Meğer o da gezini yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arka sına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybe der. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye ka dar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?
- Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin…
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- A şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!…
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki… kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı. Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden is tifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu. Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yaz dığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra…
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meş hur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalan mış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı, yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bo zulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma es nasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşıla madı.
O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisa rının o eski deli kadısı mıydı?
Pembe İncili Kaftan
(Ömer Seyfettin)
Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.
- Yürekli bir adam gerekli, paşalar… dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
- Kuşkusuz.
- Hiç kuşkusuz.
- Mutlaka.
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
- O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…
- Evet!
- Hay hay.
- Çok doğru… Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
- Haydi öyleyse… Yürekli bir adam bulun!.. dedi… Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım…
- …
- …
- …
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi’ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid’in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı… Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, “Gölgesi yere düşüyor” diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu…
Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd’in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle’den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü.
Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu’da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara’ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı… Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim’i tutsak etmişti. İsmail’in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle’ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı’yla bir tutan, hatta bütün Doğu’da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
- Kim?
- Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
- Burada mı oturuyor?
- Evet.
- Ne iş yapıyor?
- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
- Niye?
- Bilmem ama, belki “düşüşü var” diye.
- Tuhaf…
- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
- Bize elçi olmaz mı?
- Bilmem.
- Bir kere kendisini görsek…
- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
- Nasıl gelmez?
- Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
- Devletini sevmez mi?
- Sever sanırım.
- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
- Deneyiniz efendim….
Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
- Getirin buraya…. dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
- Şey…
- Buyurunuz efendim.
- Buyur oğlum, şöyle otur da…
Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, “Ne biçim adam? Acaba deli mi?” diyordu. Ama hayır… Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı… Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile…
Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı’nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
- Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
- Ben mi?
- Evet
- Ne ilgisi var?
- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…
- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.
- Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine “Acaba deli mi?” diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: “Şunun başını vurdursam…” dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: “
Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu… biraz büyücek, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. “Tam bizim aradığımız adam işte…” dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
- Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:
- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
- Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
- Biliyorum.
- Devletini seviyor musun?
- Seviyorum.
Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
- Pekala öyleyse… dedi, bu kötü ruhlu adam “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı’dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin… Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
- Ettim efendim, ama bir koşulum var… dedi.
- Ne gibi.
- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem… Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!
- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı… Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. .
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta…
Sadrazam gözlerini açtı.
- … Hatta sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
- Ne giyeceksin?
- Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”
- Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu’na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
- Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
- Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi’yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.
… Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu’ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, “Pembe İnci”yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.
Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
- Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur… Çünkü…
Muhsin Çelebi
- Şunun kaftanını veriniz! dedi.
Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı.
- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
- Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir
Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
- Ediyoruz… Ediyoruz…
- Anamızın ak sütü gibi.
Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
- Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
- Hayır, getirmedim.
- Acemistan’da mı sattın?
- Hayır, satmadım.
- Çaldırdın mı?
- Hayır.
- Ya ne yaptın?
Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu’na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse, ünlü “Pembe İncili Kaftan”
Pembe İncili Kaftan
(Ömer Seyfettin)
Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.
- Yürekli bir adam gerekli, paşalar… dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
- Kuşkusuz.
- Hiç kuşkusuz.
- Mutlaka.
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
- O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…
- Evet!
- Hay hay.
- Çok doğru… Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
- Haydi öyleyse… Yürekli bir adam bulun!.. dedi… Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım…
- …
- …
- …
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi’ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid’in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı… Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, “Gölgesi yere düşüyor” diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu…
Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd’in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle’den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü.
Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu’da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara’ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı… Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim’i tutsak etmişti. İsmail’in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle’ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı’yla bir tutan, hatta bütün Doğu’da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
- Kim?
- Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
- Burada mı oturuyor?
- Evet.
- Ne iş yapıyor?
- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
- Niye?
- Bilmem ama, belki “düşüşü var” diye.
- Tuhaf…
- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
- Bize elçi olmaz mı?
- Bilmem.
- Bir kere kendisini görsek…
- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
- Nasıl gelmez?
- Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
- Devletini sevmez mi?
- Sever sanırım.
- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
- Deneyiniz efendim….
Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
- Getirin buraya…. dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
- Şey…
- Buyurunuz efendim.
- Buyur oğlum, şöyle otur da…
Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, “Ne biçim adam? Acaba deli mi?” diyordu. Ama hayır… Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı… Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile…
Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı’nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
- Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
- Ben mi?
- Evet
- Ne ilgisi var?
- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…
- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.
- Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine “Acaba deli mi?” diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: “Şunun başını vurdursam…” dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: “
Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu… biraz büyücek, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. “Tam bizim aradığımız adam işte…” dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
- Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:
- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
- Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
- Biliyorum.
- Devletini seviyor musun?
- Seviyorum.
Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
- Pekala öyleyse… dedi, bu kötü ruhlu adam “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı’dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin… Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
- Ettim efendim, ama bir koşulum var… dedi.
- Ne gibi.
- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem… Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!
- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı… Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. .
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta…
Sadrazam gözlerini açtı.
- … Hatta sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
- Ne giyeceksin?
- Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”
- Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu’na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
- Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
- Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi’yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.
… Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu’ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, “Pembe İnci”yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.
Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
- Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur… Çünkü…
Muhsin Çelebi
- Şunun kaftanını veriniz! dedi.
Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı.
- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
- Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir
Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
- Ediyoruz… Ediyoruz…
- Anamızın ak sütü gibi.
Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
- Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
- Hayır, getirmedim.
- Acemistan’da mı sattın?
- Hayır, satmadım.
- Çaldırdın mı?
- Hayır.
- Ya ne yaptın?
Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu’na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse, ünlü “Pembe İncili Kaftan”
Primo Türk Çocuğu
(Ömer Seyfettin)
Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzkü heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyumaktadır. Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’
İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri, gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyet hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların önceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Fransa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanları hatta Belçika ve Portekiz’lileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğunu düşündükçe kahrolmaktadır.
Düne gelinceye kadar kendisine bile
Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir
Kenen Bey babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşünür, ne yapacaktır? Gitmeyeceği kesindir. Grazia’nın kendi tabiiyetini bırakmaya razı olup olmayacağı aklına gelir. Çocukları ve mutlu bir evlilikleri vardır. Birbirlerini çok sevmektedirler.
Şakaklarından soğuk terler akmaya başlar. Mendiliyle yüzünü siler. Sabah olmaktadır, ayağa kalkar uyuyamamaktadır. Otelin kapısından çıkar, tramvaya biner ve yalısına gelir. Kapıyı hizmetçi kız acar. Grazia ve Premo evde yoklardır. İki yol sandığı dikkatini çeker. Grazia’nın yolculuğu düşündüğünü anlar. İlk defa görüyormuşçasına duvarlara, perdelere, eşyalara bakar.
‘Geçme namert köprüsünden, koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’
Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşünür. Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşiresi de oranın yerlilerinden bir beyle evlenmiştir. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla satmıştır. Kenan Bey düşünür, düşündükçe iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini anlar, unuttuğu milliyetinin kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyar. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi görünmüştür. Kapı zili çalar. Grazia gelmiştir. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindedir. Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler. Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan harpten bahseder. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyler. Avrupalılar aralarında Fransa’ya Fas’
Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya, Suriye’ye, Arabistan’a muhtariyet verilecektir. Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak
- Senin baban
- Primo biraz kızararak niçin soruyorsun der.
- Soruyorum, neye inkar ediyorsun? Senin baban
- Evet…
- O halde sen de
Primo
Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını tavsiye eder. Bahçeden çıkarlar, ileride İttihat ve Terakki kulübü önünde dehşetli bir kalabalık görürler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyan’ların haberleri yokken, araları iyiyken dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktadır. Onların büyük ve kavi zırhlılarına karşılık, kendilerinin de mukaddes bir hakları olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmektedir. Sonra bir telgraf okunur. Orhan onu tercüme eder. İtalyan’ların Trablus’ta iki harp gemisi kayalıklara çarparak batmıştır. Daha sonra nümayişçiler yukarılara doğru çekilmişlerdir. Primo kapının dibinde bunları düşünür. Dünün hatırasını noktası noktasına hayalinden geçirir ve göğsünün kabardığını hisseder.
Kapıya döner içeride şiddetli ve heyecanlı konuşma devam etmektedir. Anahtar deliğinden içeriyi dinler. Annesi burada kalmayacağını söyler Kenan Bey ise kalırsa artık İtalyan olarak değil
Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp
Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar… yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatı yordu. İşaret topu” atarak etra fındaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavru ları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı:İsteme yiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevin dirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mü kafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar, kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saf larına saldırırlar… alevi gözlerle takip edilemeyen bi rer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşala rını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, el çiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Ze bur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı: Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti. Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan bi risine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu. Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düş man, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi. … Bozgun başladı. Deli Mehmet’le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Türkü söylüyordu. Seslendi: Türküsüne başladı. … Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğ madan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdır dı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu. Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “De li oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme, sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için de yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” ı alacağım.Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu… Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk‘ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:Türk elçisine yetişti:Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? dedi.ın “Nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı’ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü. İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” ı alacağım.Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu… Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk‘ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:Türk elçisine yetişti:Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? dedi.ın “Nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı’ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü. ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür. Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilersinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır. Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’e giden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir. Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine, cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır. Nazik ve şendir. savaşa tamamen karşıdır. Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerek yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudiyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentesinin, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupa’dan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdivaç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mümtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşundan dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermeyi şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan on yedi milyon Rum’dan biri olarak değerlendirir. Zira ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya yoktur. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte hayallerinde Rum olarak kabul eder ve bu evliliğe izin verir. Kenan Bey’le Grazi’nin evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çocukları olmuştur. İtalyan adetlerini takip ederek çocuklarını numara ile çağırırlar. ‘Primo! Sekundo!’ Sekundo hastalanır ve ölür. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gider ve çiftlik alarak oraya yerleşir.Türk hayatına Türk ruhuna ait bir gölge bir çizgi yoktur, birden Bursa’daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırlar. Merdiven başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşünür. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli, vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan eğri ve altın kakmalı kılıçları, kamaları düşünür ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırlar. Mısralardan bazıları aklına gelir.ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u, İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdir.Türkiye’de de ‘Beynelmilel bir idare’ tesis olunacaktır. Avrupa’nın programı budur. Grazia bunları çabuk anlatır, tercümanın korkularını tekrar eder. Şimdi hükümet genç Türklerin elindedir. İki üç ay içinde Selanik’i terk edip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir Avrupa memleketine gidilmelidir, pasaportları bile hazırlatmıştır. Grazia Kenan Bey’e ne zaman hareket edebileceklerini sorar. Kenan Bey buradan bir yere gitmeyeceğini söyler. Grazia inanamaz. Peki ben diye sorar. Sen de…bu sırada Primo içeri girer, yavaş yavaş yürümektedir. Annesi ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkarır. Oysa primo olayların farkındadır. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çocuklarıyla rıhtımda balık tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz büyükçe olan bir Türk çocuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur. Orhan Primo’ya sorar,Türk değil mi?Türk mühendisi değil mi?Türksün!…Türkçe bilmemektedir. Orhan Fransızca olarak elindeki Genç Türklerin beyannamesini tercüme eder. İtalyan’larla Türklerin muharebe ettiğini anlatır. Anlatırken en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu asırlarca bütün Asya’ya hakim olduklarını, Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlatır. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türkleri’ne bütün Avrupalıların saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyler. Türklerin eski deniz muharebelerinden vaktiyle Akdeniz’i bir Türk gölü yaptıklarını, büyük paşa babasından, mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukça büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikaye etmektedir. Primo dinler ve o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duyar. Rıhtımdaki Rum çocukları onun bir Türk çocuğu ile saatlerce konuşmasını kıskanırlar. Onu çağırırlar Primo aldırmaz.Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan olarak kalırsa aralarındaki münasebetin biteceğini, kendisini boşayacağını ve görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyler. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir dakika sonunda cevabını verir. On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım der. Tek isteği Primo’yu da yanında götürmektedir. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi gerektiğini söyler. Annesi Primo’yu çağırır. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında donar. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturur. Başını eline dayar ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak beni niye çağırdınız der. İtalyanca söylemiyordur. Her ikisi de şaşırırlar.Türk olacağını yada annesi ile gidip İtalyan olacağını söyler ve bu konudaki kararını sorar. Primo oturduğu yerden şiddetle fırlar Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine bakarlar. Primo ellerini kalçalarına dayar, heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzer ve gayet bozuk bir Türkçe ile ‘Ben. Turko çoçuk. Ben yok İtalyano.. Ben burda… Ben çoçuk Türk.’ diye haykırır. Grazia hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandalyeye yığılır. Kenan Bey gözlerine ve kulaklarına inanamamaktadır. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandalyeyi kaparak kanepeye fırlar ve şiddetle Victor Emmanuel’in resmine vurarak onu parçalar. Kenan Bey sevinçli ve şuursuz bir şekilde ayağa kalkar, kanepenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çocuğunu kucaklar onu göğsüne bastırır alnından öper, öper.
İlk Cinayet
(Ömer Seyfettin)
Ben hep acı içinde yaşayan bir adamım! Bu sıkıntı âdeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hattâ düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz cehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiç birini unutmadım. Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış.
Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şey bilmiyorum. Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy, daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk duygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Ben ilk kez kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağı… Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş bir maşaya takmış. Ben bunu istiyorum.
- Al ama ağzına sürme! diyor.
Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok aydınlık, çok güneşli bir hava… Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımın çarşafı mavi… Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galiba dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarıya kaldırıyorum. Güneşten kum kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor.
- Bak, bak! diyorum.
Annem de başını kaldırıyor:
- Kuş konmuş, diyor.
Bu kuşu isteyince,
- Tutulmaz, diyor.
Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Ama
gölgede kımıltı yok. Yine yanımdaki hanıma dönüyor:
- A, kaçmadı.
- Neye acaba?
- Yavru olacak mutlaka.
- …
- Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum.
O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımın
altından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki:
- Birdenbire tut ha!
Başım keten tenteye yaklaşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimi
uzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş… Annem alıyor elimden, öpüyor,
sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum.
- Ah, zavallı daha yavru.
- Martı yavrusu.
- Uçamıyor olmalı.
- Denize düşerse boğulur.
- …
Öteki kadınlar da söze karışıyor, «Yaşamaz!» diyorlar. Annem beyaz
kuşu «A zavallı, a zavallı!» diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağıma
veriyor.
- Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sakın sıkma yavrum.
- Sıkmam.
- Böyle tut işte.
Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor. Yanındaki hanımla yine dalıyor söze. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki… Dokunuyorum… Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınm yor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak çevresine bakmağa çalışıyor. Ben o zaman gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanımdaki hanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle ilgili değil. Sonra beyaz kuşun uzanan ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum. Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayakları dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibi sıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor. Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri önce büyüyor. Sonra küçülüyor, sonra sönüyor… Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum. Beyaz kuşçağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere.
Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum ölüyü alıyor.
«A… Aaa… Ölmüş!..» dedikten sonra bana dik dik bakıyor:
- Ne yaptın?
- …
- Sıktın mı?
- …
- Söyle bakayım?
- …
Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamağa başlıyorum. Annemin
elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:
- Ah, ne günah!
- …
- Zavallıcık.
- …
Başka kadınlar da söze karışıyor. Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir
kadın cinayetimi bildiriyor:
- Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk…
- …
- Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:
«Ah insafsız!» diye bana yine acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. O kadar ağlıyorum ki… Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl sustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza kadar ağlıyorum.
Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan fazla bir zaman geçti. Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne zaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk haykırışıyle ağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır.
«Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen paylamasını duyar gibi olurum.
Diyet
(Ömer Seyfettin)
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “Ali Usta’nın işi” damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su vermek”
- Bizim Ali…
- Bizim koca usta…
- Dünyada eşi yoktur…
- Zülfikâr’
Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan
- Tak!
- Tak, tak!…
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü… Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.
Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:
- Kimdir o?… diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali…
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
- Koca Ali… Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Hiç…
- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…
Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:
- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
- Yok.
- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun buralarda?
- Hiç…
- Nasıl hiç…
Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git, dolaşma… dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
- Kim o? diye haykırdı.
- Aç çabuk.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
- Niçin?…
- Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.
- Ee, bana ne?…
- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?
- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
- Bana ne?…
- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:
- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.
Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
- Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
- Ay! İşte, işte…
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:
- Çaldığın paraları nereye sakladın?
- Ben para çalmadım.
- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
- Ya kim koydu?
- Bilmiyorum.
Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali’nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:
- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.
Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.
- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz…
Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu… Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet’e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.
- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.
- Ne gibi? diye sordular.
- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa…
- Pekâlâ, pekâlâ…
Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’
- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. “Kula kul olmak”, ölümlü dünyada “birisine gönül borcu duymak” acıların en büyüğüydü.
O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:
- Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap’
- Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:
- Kolunun diyetini ben verdim.
- …
- Şimdi çolak kalacaktın, ha…
- …
- Benim sayemde kolun var.
- …
Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, “Aklında tut, benim tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…
Hacı Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine “Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
- Ne yapıyorsun be?…
Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:
- Bıçakları biliyorum, dedi.
- Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?
Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
- Ne bakıyorsun?
- …
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…
Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap’
- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.
Kaşağı
(Ömer Seyfettin)
AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz,
- Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,
- Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
- Kuyruğunu sallıyor mu?
- Sallıyor.
- Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
- Yapamazsın.
- Niçin?
- Daha küçüksün de ondan…
- Yapacağım.
- Büyü de öyle.
- Ne zaman?
- Boyun at kadar olduğunda….
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
- Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:
- Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
- Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
- Hasan dedim.
- Hasan mı?
- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
- Niye Dadaruh’a haber vermedin?
- Uyuyordu.
- Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’
- Eğer yalan söylersen seni döverim!
- Söylemem.
- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
- Ben kırmadım, dedi.
- Yalan söyleme, diyorum.
- Ben kırmadım.
- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi.
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
- Niye ağlıyorsun? diye sordum.
- Kardeşin hasta.
- İyi olacak.
- İyi olmayacak.
- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi.
- Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’
Pervin’i uyandırdım.
- Ben Hasan’
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim.
- Ne söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
- Hangi kaşağıyı?
- Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a darıldığı…
Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.
- Yarın söylersin, dedi.
- Hayır,. şimdi gideceğim.
- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
- Pekala!
- Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.
Kütük
(Ömer Seyfettin)
Alacakaranlık içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampete, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı derin bir uğultu halinde her tarafa yayıyor… Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.
Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu. İki bin kişilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi, sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz… başlayacak suskunluğu bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuğunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş nazarlı şair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kâhyasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının “Göndersdref Baronu Erasm Tofl’u beraber vurmak” teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali Paşa’ya götürmüştü. Ama, paşa çok meşguldü. Zaman bulup cevap verememişti. Dregley Kalesini sarıyordu. Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, şimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.
Arslan Bey sordu:
“Bizim kaleden daha yüksek mi?”
“Daha yüksek beyim.”
Kumandanın, “Bizim kale” dediği, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceğini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi’nde hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi…
“Ben, bir kalenin karşısında çok duramam” dedi, “Hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa çok sabırlı maşallah!”
Kâhya başını kaldırdı:
“O da sabırsız… Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp… Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar.”
“Paşa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?”
“Etti. “
“Kabul etmediler mi?”
“Hayır, etmediler.”
“Kalenin kumandanı kimdi?”
“Zondi isminde bir kahraman…”
“Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar… Vire’yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler.”
“Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. “
“Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi?”
“Papaz Marten Uruçgalo ile…’
“Ne ise…
“Paşa
“Ne biliyorsun?”
“Papaz Marten’e söylediği sözlerden anladım?
“Ne demiş?” .
“Demiş ki; git, paşaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaş adamı ise, ben de savaş adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorum ki, benim işim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim.”
“Sahi, namuslu bir askermiş…” Kâhya;
“Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey” dedi, “Hem de gayet yüce ruhlu bir mert.”
“Nasıl?…”
“Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuş. Eskiden esir aldığı iki
“Sahi yüce bir adammış…”
“Sonra, elimize diri geçen esirlerden işittik: Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak, yakmış. Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurşunla yaralanan Zondi’yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deşik olup, ölünceye kadâr vuruştu.”
“Demek paşa, bu mert düşmanla konuşamadı.”
“Evet, konuşamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti.” ‘
“Aşkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi…”
Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca, savaş bir mertlik
Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.
Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi’nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo’nun, ıslanmış, hasta, ateşböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın sözlerini işitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni Kalesi’nin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp, bir kurşun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Sağ, Keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.
“Hepsinin alınması belki bir ay sürmez…” diye mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:
“Bu kalenin alınması mı beyim?”
“Hayır, canım… Bu, birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın… Fulek’e kadar dört beş kale var… Onların hepsini diyorum.”
“Bir ayda dört beş kale… Bu güç beyim.”
“Niçin?”
“Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış… Ben attan inerken yoldaşlar söylediler.”
“Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım.”
“Nasıl beyim?”
“Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün…”
“Hiç topa tutmadan hücum mu edeceğiz?”
“Hayır.”
“Ya ne yapacağız?”
“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya… Göreceksin…”
Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. “Yerin kulağı var” derdi. Ağzından çıkan bir sır mutlaka işitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top beklediği söyleniyordu. İhtiyar sipahiler, “Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz?” diye
çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki olmanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor.
“Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa…” diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu.
İşte kâhyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu. Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini’yi diri diri esir tutabilecekti.
Koyu karanlık içinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu’ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları işitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuğunu çekiyor, kâhyasıyla öteden beriden konuşuyordu. Konuşurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu:
“Hava kapanıyor gibi, değil mi?”
“Evet.. “
“Bakalım yarın…”
“Hücum mu edeceğiz beyim?”
“Hayır canım, hava bozsun, görürsün.”
Kâhya, yine bir şey anlamadı…
Bir sabah…
Binlerce bacadan henüz tütmüş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, sancaklar, tuğlar, çadırlar, dişbudak ağaçları, atlar, hiç, hiçbir şey görünmüyordu. Evvela birbirlerini çağıranların sözleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın içinde buluşuyordu. Arslan Bey atını hazırlatmıştı. Yine yapayalnız, her günkü gittiği yere doğru kaybolacaktı.
O kadar neşeli idi ki…
Bütün subayları, çavuşları çağırttı. Hepsi hücum var sanıyordu. At divanı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı üzengide.
“Ağalar” dedi. “Bugün kaleyi alacağız. Ben iki saate kadar geleceğim. Şimdi hepiniz hazır olun.”
Nihayetleri görünmeyen beyaz, büyük sakalının çerçevelediği yüzü sis içinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topçubaşı sordu:
“Siz gelmeden ben dövmeye başlayım mı, beyim?”
Arslan Bey güldü:
“Hayır… Senin iki topunun güllelerine ihtiyacımız yok. Yalnız bize çok gürültü yap.”
“Nasıl gürültü beyim?”
“Toplarını boşuna yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktığı kadar, ‘Heya, mola, yisa!..’ diye bağırt!”
…
“Anlamıyor musun? Yalnız gürültü istiyorum.”
“Pekâlâ beyim.”
Sonra diğer subaylara döndü:
“Siz de bütün askerlerinizi savaş düzeniyle bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın ‘Heya, mola…’ çektirin. Angarya naraları attırın. İş
İhtiyar topçubaşı gibi subaylar da, çavuşlar da, bu emirden bir şey anlamadılar. Fakat onlar anlamadan yapmasını pek iyi bilirlerdi.
“Baş üstüne, baş üstüne…”
“Haydi, ama çabuk…”
Hepsi iki adım ayrılınca sisin içinde görünmez oldular. Arslan Bey tepinen atına binince yuları tutan kâhyasına;
“Sen de koş, yanına bir adam al, gerideki Değirmenli Çiftliği’nde biriktirdiğim elli mandayı hemen buraya sür. Burca giden yolun yanında hazır tut… Orada beni bekle. Haydi!”
“Başüstüne…”
“Ama çabuk…”
Hızla mahmuzlanan azgın at, şaha kalkarak sisin içine atıldı. Üzerindeki sırmalı kaftanın etekleri altın kanatlara benzeyen Arslan Bey’le bir masal kuşu gibi uçtu.
Biraz sonra…
Nereden geldiği belli olmayan derin bir gürültü sis içinde kaynıyor; ileri geri, yaklaşıyor, uzaklaşıyor, dalgalanıyordu. Kös, kalkan, boru sesleri at kişnemelerine karışıyor; alınan emirler, verilen kumandalar yüzlerce ağız tarafından ayrı ayrı tekrarlanıyordu. Bastıkları yerleri görmeyen askerler, savaş düzeninde bağrışarak, duyduklarını tekrarlayarak, dirsekleriyle, kalkanlarıyla birbirlerine dokunarak duman içinde ilerliyorlardı.
Sağ taraftan topçuların “heya, mola”ları işitiliyordu. Etrafını saran gürültüden hücumun başladığını kale de anladı. Boru, trampet, hurra sesleri aksetmeye, tek tük tabanca tüfek atılmaya başladı. Gözcüler kale bedenlerinin dibine kadar gidip geliyorlardı. Safların arasında topçubaşının büyük bir lağım açtığı söyleniyordu.
Askerler, subayların emriyle oldukları yerlerde bağdaş kurmuş bekliyorlar, gürültü ediyorlardı.
Nihayet, Arslan Bey, terden sırılsıklam olmuş atı ile duman içinde savaş sıralarının arasında, adım adım göründü. Her adımda;
“Yiğitlerim!… Sis açılmaya başladı mı hemen susun. Hep birden ayağa kalkın, hücum edecek gibi durun. Ama ileri gitmeyin. Ateş de açmayın. Ben düşmana teslim teklif edeceğim…” diyordu.
Topçuların, topçulara karışan angaryacıların “heya, mola” naraları gittikçe artıyor, büyüyor, tüyleri ürpertecek heyecanlı yankılarla görünmeyen dağları, taşları inletiyordu.
Öğleye doğru sis açılmaya başladı. Askerler, sallanan siyahlı beyazlı bayrağı ile Şalgo’yu bir hayal gibi gördüler. Sesler kesildi. Kuzeyden esen bir rüzgâr dumanları dağıtıyor; gerilere, ormanlara doğru sürüyordu.
Artık herkes birbirini görüyordu.
Kaleye pek yaklaşmıştı. Askerler, gözleriyle kumandanlarını aradılar. O burç kapısına giden yolun gediğinde atıyla dolaşıyordu. Gediğin önünde büyük bir manda sürüsü vardı. Burcun tepesinde, siperlerin arasında, kalkanlı, tüfekli adamlar geziniyordu.
Cesur Arslan Bey, kır atını ileriye sürdü. Kaleye yüz adım kadar yaklaştı. Arkasındaki kâhyasıyla, genç tercüman koştular… Gür sesiyle haykırdı:
“Hey bre Şalgo muhafızları!… Ben, padişahımın dedesine sizin kralınızın memleketlerinden büyük yerler zaptetmiş Bosna Valisi Yahya Paşa’nın torunlarındanım. Atam Hamza Bali Bey, daha on dört yaşında iken sizin ordularınızı perişan etmiş, Viyana kuşatmasında, Viyenberg önünde şan almıştır. Ben, hangi kaleye gittimse geri dönmemişim, daha geçen gün iki küçük topla Boza Kalesi’ni yerle bir ettim. Mihal Terşi, Etiyen Soşay, Andrenaki gibi kahramanlarınıza canlarını bağışladım. Vadiye çekildim. Gerip gitmeleri için yol vardım. Haydi gelin. Siz de teslim olun. Boş yere kanınızı döktürmeyin…”
Kale ile beraber bütün ordunun işittiği bu teklifi, tercüman, avazı çıktığı kadar bağırarak tekrarladı.
Derin bir sessizlik…
Arslan Bey’in atı duramıyor, şaha kalkıyor, sağa, sola tepiniyordu, kâhya, dizgininden tutmaya çalışıyordu.
Burcun tepesinden bir cevap verdiler. Tercüman tekrarladı:
“Ne gibi şartlarla, diyorlar beyim.”
Arslan Bey, deminkinden daha sert bir sesle haykırdı:
“Şartım filan yok. Biz teslim olanın canına kıymayız. Teslim olmazsanız, beş dakika sonra kalenin içinde bir canlı adam kalmaz. Karşınızdaki yolun gediği üzerinde gördüğünüz nedir? Anlamıyor musunuz? Babalarınızdan işitmediniz mi? Elli manda ile buraya getirdiğim bu topun iki güllesiyle binlerce Şalgo kuvvetinde olan İstanbul kaleleri tuzla buz oldu. İşte İstanbul’u alan bu top… Bir kere ateş edeceğim. İkinci atıma gerek yok. Ne kaleniz kalacak, ne de kendiniz. Acıyorum size…”
Genç tercüman, bu sözleri, yine avazı çıktığı kadar tekrarlarken, bütün askerler, gözlerini yolun gediğine çevirdiler. Mandaların yanında, uzun, büyük, gayet büyük, gayet kalın, gayet siyah müthiş bir topun korkunç bir ejderha gibi uzandığını gördüler. Safların arasında sevinç sadaları yükseldi. Herkes Arslan Bey’in bir haftadır ne beklediğini şimdi anlıyordu. Demek bu top geliyormuş…
Biraz sonra…
Şalgo’nun tepesinde, şan, namus kefeni olan uğursuz beyaz bayrak dalgalanıyordu. Demir kapılar açılmıştı. Korkudan sapsarı kesilen tuğla kumandan, altın kılıçlı asilzadeler, zırhlı şövalyeler, Arslan Bey’in önünde dize gelmişlerdi. Silahları alınan düşman ikişer ikişer bağlanıyor, takım takım ordugâhın arkasına götürülüyordu. Kalenin içindeki kıymetli şeylerden bir dağ ortada kabarıyor; al yeşil bayraklarla kalenin tepesine dolan askerler bağırışıyorlar, aralarındaki dervişler, bedenlerden sarkarak ezan okuyorlar, tekbir çekiyorlardı.
Teslim olan kumandanla erkânına Arslan Bey;
“Korkmayınız. Hayatınız bağışlanmıştır. Biz Vire’yi bozmayız. Gelin, size elli manda ile buraya getirdiğim topu seyrettireyim…” dedi.
Tercüman bunu tekrarlayınca hepsi birbirlerine bakıştılar. Bu müthiş, bu korkunç aleti yakından görmeyi hem merak ediyorlar, hem çekiniyorlardı. Arslan Bey’in arkasına takıldılar. Büyük topa doğru yürüdüler. Yaklaşınca Arslan Bey;
“
Düşman kumandanı tercümanla cevap verdi:
“Hayır.”
“Niçin yapmıyorsunuz?”
“Bilmiyoruz.”
Genç irisi bir şövalye tercümana bir şeyler sordu. Arslan Bey;
“Ne diyor?” dedi.
“Bey bu topu kaç günde İstanbul’dan buraya getirmiştir, diyor.”
“Sen de ki: İstanbul’dan getirmemiş. Burada bir hafta içinde kendisi yapmış.”
Tercüman bu sözleri söyleyince esirler afallaştılar. Arslan Bey, daha ziyade yaklaşıp elleriyle yoklamalarına, daha yakından görmelerine müsaade ettiğini söyledi. Mağrur kumandan, kahraman asilzadeler, cesur şövalyeler, büyük topun etrafında toplandılar. Bir elini hançerinin elmas sapına dayayan Arslan Bey, öteki eliyle, gülümseyerek pala bıyıklarını büküyor, arkasındaki kâhya, başını kaşıyarak gülmekten katılıyor, tercüman aptallaşıyordu. Yirmi adım uzakta duran mızraklı nöbetçiler de gülüşüyorlardı. Esirler topa elini sürdüler. Deliğini aradılar. Bulamayınca sarardılar. Sonra kızardılar. Birbirlerine bakıştılar. Öyle kaldılar. Kolların, çaprazlayarak yere bakan kale kumandanı titreyerek mırıldandı. Arslan Bey, tercümana baktı;
“Ne diyor?”
“Bu mertlik değil… diyor.”
“Ona sor ki: Henüz bir kere patlamayan bir toptan korkarak, hemen teslim oluvermek mi mertliktir?”
Tercüman sordu.
Kale kumandanı, gözlerini yerden kaldırıp cevap veremedi. Asilzadeler, şövalyeler, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemediler, ani bir ölüm darbesiyle vurulmuş gibi oldukları yerde donup kaldılar.
Bir güllesiyle kaleyi yıkacak olan bu korkunç top, siyaha boyanmış kocaman bir kütükten başka bir şey değildi!…
Forsa
(Ömer Seyfettin)
Akdeniz’in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe, minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.
- Hayırdır inşallah! dedi.
Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama görünürde bir şey yoktu.
Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir
Elli yaşına gelince, korsanlar onu, “Artık iyi kürek çekemez!” diye bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Aptes alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit’e kavuşmaktı. Otuz yıl içinde bir an bile umudunu kesmedi. “Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme kavuşacağıma öyle inanıyorum!” derdi. En ünlü, en tanınmış
Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale’yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? Kırk yıldır, yalnız taht yerinin, İstanbul’un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. “Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş’ın önüne demir atarım” diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti?
Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık bir rüya…
- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı parlatıyordu. Martıların, “Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!” gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsak rüyasında, ağır bir
Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar
“Acaba rüyada mıyım?” kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce:
- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:
- Ben
- …
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar,
- Kaç yıldır tutsaksın?
- Kırk!
- Nerelisin?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet…
İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. “Bey’e haber verin!… Bey’e haber verin!” diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun kahramanlık serüvenlerini bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
- Haydi, Bey’in yanına! dediler.
Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu.
- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet! dedi.
- Hızır Aleyhisselam’
- Benim.
- Doğru mu söylüyorsun?
- Niye yalan söyleyeceğim?
- Aç bakayım sağ kolunu.
İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey’e uzattı. Pazısında haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.
- Ben senin oğlunum! dedi.
- Turgut musun?
- Evet…
|
|
|
|
|
|
|
Sitemize Toplam 21573 ziyaretçi Girdi!!!
|
|
|
|
|